8 Ağustos 1928. Yer, İstanbul Beyazıt, Soğanağa Mahallesi…Usta bir şair Pembe Hanım ve Fazlı Bey’in oğlu olarak dünyaya gözlerini açıyor; Türk Edebiyat tarihinde Cemal Süreya ve Turgut Uyar’la birlikte, II. Yeni Hareketinin en önemli ismi; Tomris Uyar’a duyduğu aşkı ile ölümsüz bir platonik aşkın, Alev Ebuzziya’ya yazdığı 123 mektup ile unutulmayan, anlatılamayan bir mektup aşkının kahramanı; kendi tanımı ile ‘’Daha duyulmamış duyguların tarihçisi’’ Edip Cansever doğuyor. Ailesi, o doğduktan sonra onun hiçbir zaman sevemeyeceği Haseki’ye taşınır. Ve Üstadın tüm çocukluğu açık kumral saçları, kaburgalarının sayıldığı cılız, çelimsiz bir çocuk olarak burada geçer. Uçaklar hakkında resimli bir kitap dışında hiçbir kitap göremediği bir evde büyür. Üstelik gelecekte bir şair olacağnıı hiç bilmeden.Fakat o günler gelip geçtiğinde, yaşananlar zaman aşımına uğradığında herşeyi, o mahalleyi, evlerinde olan biteni, “Ben Ruhi Bey, Nasılım” adını verdiği şiir kitabında anlatacaktır. Fakat önce -belki de bu yüzden- hayattaki her şeyi vaktinden önce yaşaması gerekir. İlk şiirlerini yazmaya başladığında henüz ortaokul ikinci sınıftadır ve o şiiri bir çocuk dergisinde bile yayımlanır. Henüz 17-18 yaşlarındayken komşuları Nigar Hanım’ın kardeşi Ahmet Hamdi Tanpınar’a, ilk şiirlerini gösterdiğinde, Tanpınar’ın yorumu, “Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel; ama hiçbiri şiir değil,” olur. Fakat bu sözlerin ardından, Tanpınar ona uzun uzun resme nasıl bakması gerektiğini anlatır. O gün Cansever can havliyle, elinde bir sürü resimle eve döner; öğrendiklerini uygulama zamanıdır. Uzun uzun bakmaların ardından -çok sonra yayımlandığında pişman olacağı- “İkindi Üstü” şiirini yazar. Yüksek Ticaret Okulu’na kayıt olur fakat eğitimine devam etmez. Babası Kapalıçarşı'da halı ticareti yapmaktadır. Ve ticarete hiçbir ilgisi, yeteneği olmadığı halde baba mesleği, bir anda onun da ekmek kapısı oluverir. Hayatında erken başlayan şeylerden biri de evliliktir. 19’unda evli ve 20’sinde ise baba olmuş gencecik bir adamdır ve artık ev geçindirmek zorundadır. Fakat öte yandan şiire olan ömürlük bir tutkunluğu vardır. 1954’te meydana gelen Büyük Kapalıçarşı Yangını onu şiire götüren bir mucize gibidir. Dükkanı bu yangında tamamen yanar. Sigortadan aldığı para ise yeni bir dükkan açmaya yetmediğinden, kendisine bir ortak bulur. Yeni dükkanının asma katında istediği kadar şiirler yazarken, ortağı alım satım işleriyle ilgilenir. Dokuz kitabını da Kapalıçarşı’daki dükkanın, o asma katında yazar. Orası kendine kurduğu bir yaşam alanı, nefes aldığı, mutluluğu duyumsadığı yerdir. Yıllar sonra o günleri düşündüğünde, “Ya o yangın olmasaydı?” diyecektir. Çünkü onun için tek mutluluk, şiir yazmaktır. Üstelik bir şiirin verdiği mutluluğun ömürlük olmayacağını, olsa olsa bir gün süreceğini bildiği halde. Bu tutkuyu, “Belki de bütün mutlulukların toplamı bu kadarcıktır” diye açıklar.. Şiirlerinde hep bir kişi ve bir nesne seçer. Onlar üzerinden soyut ve somut arasında ani geçişler yaparak şiirdeki tüm kalıpları yıkar. Mesela “Masa Da Masaymış Ha” şiiri buna çok güzel bir örnektir, şahanedir, okuyunuz. Her nereye giderse gitsin, can yoldaşı şiirleri de nasılsa hep yanındadır. Artık kışları İstanbul’da, yazları da Bodrum’da yaşamaya karar verir. 1986’da İlhan Berk’in de yardımıyla küçük bir ev alır. Mayıs ayında, günler sonra hayata veda edeceğini bilmeden eşiyle birlikte bir umutla Bodrum’a yerleşir. Şiirleri ölüm fikri ile hep haşır neşir olmuştur. Ölüm en çok düşündüğü, düşündürdüğü bir temadır. Bunun altında yatan şey belki de, ölüm korkusunu bir tür estetize ederek aşma çabası olsa gerek. Ve hatta bu çaba kendi ölüm şeklinde dahi sirayet eder. Çünkü ‘ölüm’ onu, yazacağı daha nice şiirlerini, kurulacak yeni hayallerini, düşleyecek yeni umutlarını süsleyen o ufacık yeni evinde beklemektedir. Torununu kucağında severken, torununun elindeki çelik minik araba yanlışlıkla elinden fırlar ve Edip Cansever'İn alnına hızla çarpar. Üstat o anda beyin kanaması geçirir. Her şiirinde kurduğu nesne ile insan arasında o sıkı bağın en son örneğini bizlere bırakarak, 28 Mayıs’ta hayata veda eder. Edip Cansever’in dillere destan bir de ömürlük bir platonik aşkı var; Tomris Uyar. Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever enteresan bir şekilde, aynı kadına aşık olup, bir ömür onun paydasında birleşmişler. Dördünün dostluğu hiç bitmeden, kesintisiz sürmüş. Edip Cansever, ‘’Cemal Süreya'ya içki içmeyi ben öğrettim!’’, Cemal Süreya, ‘’Edip’e şiir yazmayı ben öğrettim!’’ diye birbirlerine takılırken; Turgut Uyar, ‘’Bu ikisi tartışırken ben de gittim Tomris’le evlendim!’’ der. Edip Cansever’in öylesine naif, incecik bir çizgide süren o ömürlük aşkının karşılığını, Tomris Uyar şu sözleri ile taçlandırır, “Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.” Işıklar içinde uyusunlar. Haftaya aynı kadına aşık bu üç şairden bir diğeri olan Turgut Uyar’ın hikayesinde buluşmak dileği ile.